Modern toplumun iklim değişikliğine olan kayıtsızlığına ve bu konudaki dezenformasyona odaklanan Earth Is Not Flat, But Soon Will Be sergisi Lüksemburg’da sanatseverlerle buluştu. Küratörlüğünü Yasemin Elçi’nin yaptığı sergi birbirinden çarpıcı eserlere ev sahipliği yaptı.
Modern toplumun iklim değişikliğine olan kayıtsızlığına ve bu konudaki dezenformasyona odaklanan "Earth Is Not Flat, But Soon Will Be" sergisi Lüksemburg’da sanatseverlerle buluştu. 13 Ekim'e kadar açık olan serginin küratörlüğünü yapan Yasemin Elçi, Turkish Global Society için yazdı.
Neimenster, Lüksemburg’da Yasemin Elçi’nin küratörlüğünde açılan Earth Is Not Flat, But Soon Will Be fotoğraf sergisi, iklim krizinin aciliyeti ve insanlık üzerindeki derin ancak gözle görülemeyen etkileri üstüne. Krizin yankıları ana akım medyada gördüğümüz buzulların erimesi ya da geniş çaplı ormansızlaşmanın çok ötesine yayılıyor, ancak derinliği çoğu zaman gözümüzden kaçıyor.
Serginin başlığı, modern toplumun iklim değişikliğine kayıtsızlığına ve bu konudaki süregelen bilgi çarpıtmalarına atıfta bulunuyor. Dünyanın düz olduğuna dair o eski inancı ve dönemin uygarlıklarının toplu yanılgısını anımsatan “Earth Is Not Flat, But Soon Will Be”, çevreye ve topluma geri döndürülemez zararlar veren öngörüsüz ve ihmalkar “modern” uygulamaların altını çiziyor. Aynı zamanda modern toplumun kendini antik uygarlıklardan üstün görmesine rağmen dünyaya daha fazla zarar verdiği ironisini de yansıtıyor.
Sergideki beş fotoğrafçı, dünyanın farklı yerlerinden hikayeler sunarak insanların gezegene verdikleri zararları gözler önüne seriyor ve sürdürülebilir bir geleceğe doğru ilerlememizi engelleyen geri kalmış zihniyeti eleştiriyorlar. Zorunlu göç, yerli kültürlerin yok oluşu, halka açık plajların bozulması ve nadir bitki ve hayvanların sömürülmesi gibi yaşanan ancak üstü örtülen hikayelere ışık tutuyorlar. “Earth Is Not Flat, But Soon Will Be”, aslında doğayla bir olduğumuzu hatırlayarak geçmişimizle yüzleşme ve alternatif bir gelecek inşa etme niyetiyle doğmuş kolektif bir adım.
Nichole Sobecki’nin “Where Our Land Was” serisi, iklim değişikliğinin Somali’de kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddeti nasıl arttırdığını vurguluyor.
Kerem Uzel’in “Lifetime Captivity” çalışması, modern hayvanat bahçelerinin çağımızın çevre bilinciyle çelişen sömürgeci mirasını sorguluyor.
Andrea Mantovani’nin “Le Chant du Cygne” (Kuğunun Şarkısı) serisi, dünya mirası olan Białowieża Ormanı etrafındaki çatışmalara odaklanarak insanlığın doğaya hakim olmadaki ısrarlı arzusunu resmediyor.
Natalya Saprunova’nın “The Evenski People, Custodians of the Resources of Yakutia” çalışması, altın madenciliğinin yerli Evenkiler ve doğa üzerindeki etkilerini Evenkilerin doğalarını koruma konusundaki bilgelikleriyle birlikte açığa çıkarıyor.
Mathias Depardon’un “Moving Sand” adlı çalışması, acil küresel eylem gerektiren düzensiz kum madenciliğinin çevresel ve sosyal yansımalarına ışık tutuyor.
Bir kolonyal alışkanlık: Hayvanat bahçeleri
Sergi Kerem Uzel’in “Lifetime Captivity” serisi ile açılıyor. 20. yüzyıla kadar yerlileri kafeslerde sergileyip insanları soğuktan veya hastalıktan ölmeye mahkûm bırakan zihniyet, bugün hala aynı pratiği hayvanlar üzerinden devam ettiriyor. Hayvanat bahçelerini öyle benimsemişiz ki bunun kolonyal bir alışkanlık olduğunu fark etmiyoruz bile. Kerem Uzel’in ilk bakışta tanıdık gelen ancak kendine çekerek klostrofobi hissi uyandıran fotoğrafları, hayvanlara karakter katıyor. Çevre tartışmalarının yükseldiği şu dönemde halı altına süpürülen hayvanat bahçesi meselesiyle bizi yüzleştiriyor.
Ölmeden önce söylenen en güzel şarkı
Hayvanlar üzerinden kurguladığımız hükümdarlıktan tabii ki bitkiler de payını alıyor. Doğayı sömürmek insanlığın hayatta kalma kılıfı altında kendine biçtiği en doğal hak. Andrea Mantovani’nin “Le Chant du Cygne” (Kuğunun Şarkısı) serisi Polonya ve Belarus arasında yer alan Unesco korumasında olan Białowieża Ormanı’nın Polonya hükümeti tarafından ihlal edilmesini konu alıyor. 2016-2018 yılları arasında yaşanan bu krizinde yüzlerce çevre aktivisti, Avrupa’nın son ilkel ormanını korumak için harekete geçiyor ve iki yüze yakın davayla karşı karşıya kalıyor. Avrupa Komisyonu tarafından sonunda durdurulan son yılların en büyük politik çevre krizi, sanatçının Fransızcada “Ölmeden önce söylenilen en güzel şarkı veya en son eylem” metaforu anlamında olan “Kuğunun Şarkısı” başlıklı serisine konu oluyor. Binlerce yıllık bilgelik taşıyan Białowieża Ormanı ona hükmetme çabalarımıza sessizce katlanıyor.
Kum deyip geçmeyin!
Doğal kaynakları sınırsızca ve kuralsızca sömürmek üzerine, ana akım medyada bulamayacağımız bir başka hikaye de Mathias Depardon’un “Moving Sand” serisi ile ortaya çıkıyor. İklim krizinin sosyo-politik katmanlarını çok net yansıtan bir iş. Ne kadar tükettiğimizi fark etmediğimiz, günlük hayatımızın bir parçası haline gelmiş bir doğal kaynak olan ‘kum’un yolculuğunun sahne arkası, Depardon’un uzun yıllardır Hindistan, Amerika, Maldivler ve Cape Verde’de sürdüğü proje ile ilk kez karşımıza çıkıyor. Sudan sonra en çok tükettiğimiz kaynak olan kumun nasıl yasa dışı yollarla bizlere ulaştığını belgeliyor. İnşaatlar, ekranlar, kozmetik ürünler gibi modern hayatın standart oyuncakları aslında hep yüksek miktarda kum ile üretiliyor. Kumun denizlerden çıkartılıp bizlere gelme süreci ise yalnızca küresel ısınmaya ve doğal plajların yok olmasına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda deniz erozyonu, bu bölgelerdeki sosyal eşitsizliklerin artışı ve zorunlu göçe sebep oluyor.
Geçmişin bilgeliklerini unutuyoruz
Serginin üçüncü odasında çevre krizinin sosyal etkilerini daha net görüyor, özellikle kadın hikayeleriyle bir araya geliyoruz. “The Evenki People: Custodian of the Resources of the Yakutia” başlıklı serisinde Natalya Saprunova, Rusya’nın kuzeyindeki altın ve pırlanta madenciliğinin çevreye etkilerini ve Evenki yerlileri üzerindeki ölümcül sonuçlarını belgeliyor. Ruhen ve fiziken doğadan beslenen Evenkiler’in gelenekleri ve şarkıları onlara hayat veren, yol gösteren hayvan sembolleriyle dolu. Madencilere elli yıl önce doğada maden bulmalarında yardımcı olan, yol gösteren Evenki komünitesi, sonunda endüstriyelleşen bölgenin esiri oluyor. Doğal hayatlarını ve hatta tüm yaşam enerjilerini giderek kaybediyor.
Dünya tarihinin döngülerini unutarak kısa vadeli maddi çıkarlar ve iktidar için doğayı alt üst ederken ortaya çıkan sorunlarda bize geçmiş bilgeliklerin yol gösterebileceğini unutuyoruz. Saprunova’nın işleri böylece tekrar sergi başlığını ve çevreyle olan kavgamızı hatırlatıyor ve doğayı binlerce yıldır bizden daha iyi tanıyanlar olmadan çözemeyeceğimizi vurguluyor.
İklim krizi ve göç
Son olarak, Nichole Sobecki’nin “Where Our Land Was” serisi son otuz yıldır artan sıcaklıkların Somali halkını nasıl etkilediğini yıllarca izini sürdüğü ailelerin hikayeleriyle anlatıyor. Bu süreçte de iklim krizi bağlamında sosyal adalet üzerine önemli bir diyalog başlatıyor. Artan sıcaklıkların Somali topraklarına ve insanına olan çok katmanlı etkisini her yönüyle su yüzüne çıkarıyor: ekonominin daralmasıyla yoksulluk ve iç çatışmalar artıyor, gelir kaynağı kalmayan halk zorunlu olarak göç ediyor ve göç sırasında da korsanlık ve insan ticareti bambaşka bir boyut alıyor. Küresel ısınmanın geri döndürülemez etkileri arasında zorunlu göç sırasında kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddetin artmasının altını çiziyor.
Yasemin Elçi Instagram hesabı: https://www.instagram.com/yaselci/
Yasemin Elçi LinkedIn hesabı : https://www.linkedin.com/in/yaseminelciergun/