Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley İş İnovasyonu Enstitüsü Direktörü Dr. Oğuzhan Aygören daha çok küçük yaşlardayken hangi yönde ilerleyeceğine karar vermiş başarılı bir girişimci akademisyen. Aygören “Önemli olan nerede yaşadığınız değil, zihninizde nereyi yaşattığınız. Ben zihnimde hep Silikon Vadisi’ni yaşatıyordum” diyor.
Her insanın hayalleri vardır, ancak çok azımız bu hayalleri gerçeğe dönüştürebilme cesaret ve şansına sahibiz. Oğuzhan Aygören, küçük yaşlarda şekillenen vizyonu, kurduğu doğru bağlantıları ve harcadığı yoğun emeği büyük başarılara çevirmeyi başarmış biri. Pazarlama, girişimcilik ve inovasyon profesörü olarak 2024’ün bahar aylarında Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley İş İnovasyonu Enstitüsü’nün direktörlüğünü üstlenen Aygören, bilim insanı ve girişimci kimliğiyle alanında öncü bir rol üstleniyor. Aygören’in ilham verici kariyer yolculuğu, çocukluğundan itibaren Silikon Vadisi’ni zihninde yaşatan bir girişimcinin, sınırları zorlayan azim ve kararlılığını net olarak gözler önüne seriyor.
Pek çok kişinin hayallerini süsleyen bir konumdasınız. Buraya nasıl geldiniz?
Tabii bir anda olmadı. Bu uzun süreli bir yolculuk ve bir de insanın kendini hep nerede gördüğüyle ilgili. Ben her zaman şöyle diyordum; ‘Önemli olan nerede yaşadığınız değil, zihninizde nereyi yaşattığınız.’ Zihnimde hep Silikon Vadisi’ni yaşatıyordum. Benim hayalim Bill Gates olmaktı. Daha ilkokuldayken babam oyuncak niyetine bana elektronik devre seti almıştı. Çünkü elektroniğe merakım vardı. Bilimkurgu filmleri izlerdim. Yıldız Savaşları, Geleceğe Dönüş’ler vs. Ardından Commodore 64 bilgisayar dönemim başladı. Kod yazmayı öğrenip kendi oyunlarımı yaptım. Daha 10 yaşında elektrik, elektronik ve bilgisayar mühendisi olmaya karar vermiştim.
O zamanlar girişimcilik sözcüğü yoktu henüz…
Tabii, girişimcilik kelimesini hayatımda ilk defa 2007 yılında duydum. O zamanlar ‘Kendi işimi yapacağım’ diyordum. Biraz tabii ailenin de etkisi var. Benim babam da kendi işini yapan birisiydi. Daha ODTÜ’deyken bitirme projesi olarak bir robot yapmıştık. Çok heyecan verici bir şeydi. Yıl 2002. ‘Master-slave robot’, siz nereye giderseniz sizi takip ediyor. Tasmasız bir köpek gibi düşünün, engelleri aşıyor ve yanınıza gelince duruyor. Bunu nasıl ürünleştirebiliriz diye düşündük ama biraz yönümüzü kaybettik.
Boston Dynamics gibi ünlü bir şirketin kurucusu olabilirmişsiniz aslında…
Zaten sonrasında robot süpürgeler çıktı aslında. Biz o elektrikli süpürgenin yaptığının aynısını yapan bir model yapmıştık ama bunun süpürgeye çevrilip ürünleştirilmesi konusunda kimse bizi yönlendirmedi. Şimdiki bulunduğum yerden dönüp bakınca aynı robotu Silikon Vadisi’nde ya da Berkeley’de yapmış olsaydık, birileri ‘Gelin size para vereyim, çalışmaya devam edin’ diyebilirdi. Aslında bu işlerle ilgilenmem böyle oldu. İçimde hep böyle bir heyecan vardı. Mühendis olduktan sonra şöyle düşündüm: Ben teknolojiyi seviyorum ama asıl sevdiğim şey yenilik. Dolayısıyla işin pazarlama tarafını öğrenmek için işletme yüksek lisansı yaptım. O dönem P&G’den bir teklif aldım. Kurumsal farklı bir tecrübe olsun diyerek başladım.
CEO’luktan asistanlığa terfi ettim
Ama uzun sürmedi galiba…
Evet, kısa süre sonra kendi işimi kurmak için ayrıldım. 3 tane de start-up kurdum. Biri Londra merkezli aileler için soyağacı yapan bir siteydi. Çok başarılı oldu ve kısa sürede de başka bir firmaya satıldı. Sonra Çiçek Kurye ile çiçek teslimatı yapan bir site yaptık. O da iyi gidiyordu. Ama ortakla gidiş yolu üzerinde tam anlaşamadık. Sonrasında ‘cep kod’ diye QR kodların ilk mobil uygulamasını yaptık. Turkcell ve Microsoft ile partner olduk. O iş de güzel gidiyordu. Şirketi ikisinden birine satarız derken ikisi de bu işi tam anlamıyla paraya çeviremedi ve ben orada ‘burn out’ (tükenmişlik sendromu) yaşadım. Üç ayrı start up’la bir noktaya gelmişiz. Tam tepedeyken ertesi gün dipteyiz. Psikolojik olarak da kendimi kötü hissettiğim bir zamandı. O sırada doktoraya başlamıştım. Kendimi akademisyen olarak buldum.
Nasıl yani?
O dönem herkese ‘CEO'luktan asistanlığa terfi ettim’ diyordum. Şöyle oldu; işte birkaç ay kendimi rehabilite edeyim üniversite ortamında derken akademisyenliği çok sevdim. Öğrenme merakım ve açlığım var ve hani hayat bazen size yolu biraz gösterir. Mesela Turkcell’le onu işe çeviremedik ama sonrasında o işi makale olarak yayınladım. Sonra işte Turkcell’le başka bir proje yapıp bunu doktora bursu olarak kullanma imkanım oldu. Böyle başka hiç beklemediğim gelişmelerle karşılaştım ve ‘Madem ben bunu yapıyorum. O zaman hakkını vererek yapayım. Şu anda Boğaziçi’nde değil de Harvard’da olsaydım neler yapacaktım, doktoramı o kalitede yapayım’ dedim. IVY League okullarında o sırada yapılmakta olan bütün doktora tezlerini inceledim. Kendime bir yol haritası çıkardım. Amerika’daki en iyi konferanslara gittim. NYU, Columbia, Stanford, Berkeley gibi okullardan kendime uygun birer hoca belirledim. Her gittiğimde onlara mail atıp birebir görüşmeler ayarladım. ‘Nasıl ortak bir çalışma yapabiliriz? Size nasıl katkı sağlayabilirim?’ dedim.
Berkeley ile yolunuz o zaman kesişti galiba?
Evet, doktora tezimi bitirdikten sonra Berkeley’deki bir hocayla görüştüm. Yarım saatlik bir randevu vermişti, o süre bir buçuk saat oldu. Sonra ben tam kapıdan çıkarken ‘Oğuzhan buraya gelmeyi düşünmez misin?’ dedi. 2014 yılında bir seneye yakın Berkeley’de misafir araştırmacı olarak bulundum. Bunun güzel yanı şu, bu ortamda yanınızdaki kişilerin sizden çok daha ileride kişiler olması, yani aynı masada oturduğunuzda Nobel ödülü almış bir kişi var yanınızda. O seviye farklı bir şey bu. Bundan etkilenmemek mümkün değil. O zaman diyorsunuz ki ‘Bir dakika benim daha yapacak çok işim var.’
GİRİŞİMCİLİK DUVARLARA ÇARPA ÇARPA İLERLEMEKTİR
O ortamdan Boğaziçi’ne dönünce neler düşündünüz?
Boğaziçi'nin de Türkiye’nin de hiçbir eksiği yok. Öğrenci kalitesi o kadar üst düzey ki neden burada bu çalışmaları yapamıyoruz diye üzülüyorsunuz. Bu nedenle Berkeley’den ve Silikon Vadisi’nden ilham aldıklarımı sürekli Boğaziçi'nde uygulamaya çalıştım. Girişimcilik merkezini kurdum vs ama günün sonunda geldiğimiz noktada bunu bir yere kadar götürebiliyorsunuz. Birkaç sene önce bana ‘Ne iş yapıyorsun?’ diye soranlara ‘Duvarlara çarpıyorum’ diyordum. Girişimcilik yapıyorsanız duvarlara çarpa çarpa ilerliyorsunuz. Ya o duvarı aşacaksın ya yıkacaksın ya başka bir yol bulacaksın. Gidilecek çok yol kalmadığını anladığımda bu kez ‘Yurt dışında en üst seviyede nasıl bir yer edinebilirim?’ dedim ve iletişimde olduğum üniversitelerle görüşmeler yaptım. Geçen yıl New York Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulunuyordum. Berkeley ile de 10 senedir süregelen bir ilişkim vardı. Yılda 2-3 kez gelip çalışma gruplarına dahil oluyordum ya da onlara uzaktan katılıyordum. Bu yıl Berkeley’den İnovasyon Enstitüsü Direktörlüğü teklifi aldım. Şimdi bu görevdeyim. İş dünyasıyla akademiyi birleştiren bir rol bu.
Alanınızda çalışma yapan akademisyenlerin hayalini bile kurmakta zorlandığı bir yerdesiniz. Peki akademisyenliğe yönelince kaçırdığınız iş fırsatları olmadı mı?
Ben son 10 yılda hayalimi yaşadım aslında. Benim için birkaç önemli dönemeç oldu. Girişimciliğe de devam edebilirdim kurumsal hayata da. Turkcell, Microsoft gibi önemli şirketlerden iş teklifi aldım. Mesela 1,8 milyar dolara satılan Türk oyun şirketi Peak Games kurucusu Sidar (Şahin) hisse vererek bana ortaklık teklifinde bulundu. Ama gözümü kapatıp ben ne istiyorum diye baktığımda kendimi 50 yaşında 50 milyon dolar sahibi olarak hayal ettim. ‘Hayat boyu yetecek para ve imkana sahip olduğumda ne isterim?’ diye düşündüm. Üniversitede özellikle Boğaziçi’nde olmak, yeni girişimcilerin de yetişmesine katkı vermek parayla satın alınamayacak bir şey. Beni cezbeden buydu. Seçimimi böyle yaptım ve son 10 yılda bu şekilde yaşadım ama o da bir limite geldi. Şimdi bir başka dönüşüm içindeyim.
‘Bir fikrim var demeyin!’
Yani kaçırdığınız fırsatlar için pişmanlık duymuyorsunuz…
20’li yaşlarımda hep benden daha tecrübeli kişilerin ‘Şimdiki aklım olsa’ ile başlayan cümlelerini duyardım. İleride nasıl olur da bu soruyu sormam diye düşündüğümü hatırlıyorum. Fakat ne kadar uğraşsam da mümkün değilmiş. İlk girişimcilik maceramda el yordamıyla yaptığım çok şey oldu. Aslında daha fazla risk almam gereken alanlar vardı. Öte taraftan baktığımızda bizi bugünkü halimize getirenler de bunlar. Pişmanlık iki türlü olabilir. Yaptıklarımızdan ve yapmadıklarınızdan. Yaptıklarımdan dolayı bir pişmanlığım yok. Bazı konularda ‘Daha fazlasını yapabilirdim’ diyorum.
Size çok sorulan ve sorulmasından en sıkıldığınız soru ne?
‘Girişimci olunur mu doğulur mu?’ Böyle klasik sorular var. Bir de bana şöyle mesajlar, mail’ler geliyor; ‘Bir fikrim var, konuşabilir miyiz?’ Mesela bu soru bana hiçbir şey ifade etmiyor. Cevap vermekten en kaçındığım soru bu. Çünkü bu cümle bir şey söylemiyor. Asansör konuşması dediğimiz bir şey vardır. Yani birkaç cümlede derdini anlatabilirsen ben de konuyu anlar, sana yol göstermeye çalışırım.
Airbnb fikrinin Türkiye’den çıkması zordu
Türkiye'deki ekosistem ve sosyokültürel yapının girişimciliği çok da teşvik etmediğini düşünüyorum.
Aslında tam tersi. Mesela pandemi döneminde yapılan bir araştırmaya göre dünyada en çok şirket kurulan ülke Türkiye olmuş. Türkiye'de girişkenlik fazla ama girişkenlik, girişimcilik anlamına gelmiyor. Amerika'da da risk almak, şirket kurmak çok rahatlıkla herkesin yaptığı bir şey değil. Teknoloji şirketlerinde çalışanlar çok iyi paralar kazanıyor. Öyle olunca da gidip kendi şirketlerini kurmak için iştah ve istekleri kalmıyor. Türkiye'de çok iyi para da kazanmıyor insanlar. Şunu düşünmek lazım. Maaşlı işimde kazandığım parayı başka şekillerde nasıl kazanabilirim? İşle beraber devam ettirecek ek gelir imkanları da yaratmak gerekiyor. Bunu yapanlar var son yıllarda. Yurt dışında şirketini kuranlar ya da Türkiye’de kalsa bile bir şekilde bu işi çözüp yurt dışı pazarına satış yapanlar çoğalıyor.
Avrupa'daki insanlar iş kurma konusunda daha da çekingen geliyor bana…
Hayat standardı yüksek olunca ‘Zaten belli bir standardım var, niye yapayım?’ düşüncesi hakim oluyor. Kültür farklılıkları da çok önemli. Şöyle örnek vereyim. Airbnb fikrinin bizden çıkması zordu. Çünkü biz zaten insanları evimizde misafir etmeyi severiz ve ondan para istemek ayıptır. Ama Amerika'da insanlar birbirine 3 $ için bile çek yazıyor. Öte taraftan da girişkenlik düzeyi bizim ülkede Avrupa ve Amerika’dan daha fazla ama o girişkenlik kendi yağında kavrulmayı sağlıyor. Bunu büyütmek, ölçeklendirmek gibi business mantığıyla girişkenliği birleştirdiğimizde ancak fırsat odaklı bir girişimcilik olabiliyor. Kültürel bir diğer farklılık da şu; Amerikan kültüründe vahşi kapitalizmin gereği, insanlar için para kutsal. Tüketim ve para kazanmak, vatandaşlık bilincinin bir gereği. Biri ‘Ben bu sene 1milyon $ kazandım’ deyince etrafındakiler alkışlıyor. Bizde bırakın milyon doları ‘1 TL kazandım’ diyen insan bile bunu paylaşmaktan çekinebiliyor.
Hayal gücü eksikliği içindeyiz
Ülke değiştirmek sizin için nasıl bir süreçti?
Hiç zorlanmadım diyebilirim. Artık mesafe algısı değişti dünyada. Şöyle bir örnek vereyim. London Business School’da yüksek lisans yaparken tanıştığım bir arkadaşımla Silikon Vadisi’nde buluştum. Kendisi İsrail’de oturuyordu ama şirketini Facebook'a satmıştı. Nasıl yaptığını şöyle anlattı: ‘Mesela cuma günü, Facebook’taki görüştüğüm kişiye mail atıyorum. Ben önümüzdeki salı öğleden sonra o taraflarda olacağım. Bir vaktin varsa kahve içelim deyip İsrail'de olduğumu söylemiyorum. Kabul ederse hemen biletimi alıp gidiyorum.’ Yakın olduğunuzu hissettirmek önemli çünkü uzaklık, karar alma sürecini etkiliyor. Ben de mesafeleri gözümde büyütmüyorum. İnsan hiçbir yere bağımlı olmamalı bence. Girişimciliğin özündeki gibi kontrol edemediğimiz faktörlerin bizi fazla etkilemesine izin vermememiz lazım.
Teknolojideki yeniliklere karşı heyecanımızı biraz kaybettiğimiz kanısındayım. Siz ne dersiniz?
İnsanlık olarak teknolojide hızla ilerledik ama bir yandan da insanı mutlu eden ya da üzen konulara baktığımızda 10 bin yıl önce neyse bugün de aynı. Tek fark, eskiden insanlar yüz yıl sonrasını hayal ediyordu ama teknoloji bu hayallere yetişemiyordu. Şu anda ise teknoloji o kadar ilerlemiş durumda ki teknolojinin ne yapacağını hayal bile edemiyoruz. Ben buna ‘imagination gap’ hayal gücü eksikliği diyorum. Dolayısıyla aslında bize düşen, dünyanın bize ne getirdiği değil, bizim nasıl bir dünya hayal ettiğimiz. Yani bunu sadece teknoloji icat edenlerin eline bırakmamak lazım. Tam tersine her birimize görev düşüyor. Yenilik yaratmak ve insan hayatını daha iyi hale getirmek için teknoloji nasıl kullanılabilir? Beni heyecanlandıran ve zihnimi meşgul eden yer burası.
Birbirimizi desteklemekte çok zayıfız
Özellikle yurt dışındaki Türkler olarak hem kendi aramızda hem de dünyanın geri kalanıyla güçlü bağlantı kurma, ‘networking’ konusunda çok eksik olduğumuzu düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Çok doğru. Networking, Türkiye’de önemi bence de anlaşılamamış bir konu. Bireysel başarıları daha kolektif hale getirip büyütme konusunda hem içeride hem dışarıda zayıfız. Herkesin birbirini destekleyeceği yapılar biraz eksik. Nereye gidersek gidelim Türkiye'den bir parçayı da yanımızda götürüyoruz yani. Oradaki çekinceler ya da yaşanmış tecrübeler insanların bence bilinçaltında duruyor. Bir sosyal girişimcilik örneği olarak Turkish Global Society’yi bu anlamda kıymetli buluyorum. Ben hep tanıştığım kurumlara ‘Nasıl katkı sağlayabilirim?’ diye düşünüyorum. Kendi yaptığımı da şöyle üç maddede özetliyorum. Vizyon, ilham verme ve bağlantı kurma. Bu üçü bir arada olmalı ki istediğimiz hedefe varalım. Yani çok büyük vizyonlara sahip olsak da eğer doğru kişilerle iletişim halinde değilsek o vizyonumuzu gerçekleştirme imkanımız yok.
Oğuzhan Aygören'i Linkedin hesabı üzerinden takip edebilirsiniz: https://www.linkedin.com/in/oguzhanaygoren/