Psikiyatr olmaya daha çocukken karar veren Dr. Çiğdem Gök, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra yurtdışına taşınmış. 2003’te Almanya’ya geldikten sonra psikiyatri ve psikoterapi alanında çalışmaya başlayan Gök, 2019’dan bu yana da Lüksemburg’daki muayenehanesinde
farklı ülkelerden gelen hastalarına üç dilde terapi hizmeti veriyor. Özellikle sonradan göç edenlerin aidiyet konusunda çeşitli sorunlarla karşılaşabildiğini söyleyen Gök, ‘Ne buralıyım ne oralı! Artık kendi ülkemde de yaşayamam’ diyen çok fazla kişiyle karşılaşabiliyoruz.
Bunu bir eksiklik değil de zenginlik olarak görebilmek önemli. Birkaç eviniz olabilir, birkaç yere ait hissedebilirsiniz. Sonuçta insan tek bir yere ait olmak zorunda değil’ diyor.
Psikiyatriye ilginiz nasıl başladı?
Ben çok erken yaşta, 11-12 yaşlarında psikiyatrist olmaya karar vermiştim. Genç yaşlarda da psikolojiyle ilgili çok okuyordum. Hayatın içinde bir alan olduğu için kendimi bu alana daha yatkın görüyordum. Felsefe ve sosyolojiyle de ilgiliydim ve bunların hepsinin karışımını bir şekilde psikiyatride bulabileceğimi düşündüğüm için bu alana yöneldim. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra Freud'u Almanca okumam lazım düşüncesiyle Almanya ya da Avusturya’da uzmanlığımı yapmak istedim. 2003’te Almanya’ya taşındım. 2019’a kadar orada yaşadıktan sonra Lüksemburglu eşimin ve arkadaşlarımın da teşvikiyle Lüksemburg'a taşındım. Aslında Almanya’dan sonra tekrar göç etmeyi pek düşünmüyordum ama şimdi burada olmaktan çok memnunum.
Farklı bir dilde terapi yapmak zor mu?
Zor elbette. Almanya'ya ilk geldiğimde yoğun bir çalışma sürecine girdim. Dil beni zorlayacak diye doğrudan acil birimler yerine rehabilitasyon kliniklerinde çalışmayı seçmiştim. Ama orada da mesela her hasta için 20 sayfalık rapor yazmanız gerekiyor. Bunlarda çok zorlandığımı hatırlıyorum. İlk başlarda birebir hasta görüşmesinde tabii ki anlamadığım şeyler oluyordu. Dilin tamamen oturması her şeyi anlamanız en az iki sene alıyor. Farklı diyalektler de var. Şu anda Almanca, İngilizce ve Türkçe terapi yapıyorum. Burada Fransızca da konuşuluyor. Fransızca bilgim de var ama psikoterapi yapacak seviyede değil. Lüksemburglular bunu duymayı çok sevmiyorlar ama Lüksemburgca Almancaya benzerliğinden dolayı bu dili anlamada da hiçbir sorun yaşamıyorum.
Peki farklı kültürlerde ya da farklı coğrafyalarda psikolojik ya da psikiyatrik açıdan farklılıklardan da söz edilebilir mi?
Muayenehaneme gelen hastaların yüzde 50’si İngilizce konuşuyor. Hemen hepsi expat. Farklı ülkelerden gelen insanlar… Avusturalya, Hindistan, Güney Afrika, Doğu Avrupa ülkeleri, Uzak Doğu… Farklı pek çok ülkeden insanların iç dünyalarını görme fırsatım oluyor ve tabii ki kültürel farklılıklar çok fazla. Bir Japon’la konuşurken iletişimin dinamiği daha farklı olabiliyor. Mesela Hintli bir hastayı psikoterapiye yönlendirmek, onun devamını sağlamak çok daha zor olabiliyor. Avrupa'daki bir hastaya göre terapiye ve doktora yaklaşımları farklı olabiliyor. Arap kültüründen gelen birisiyle İskandinav kültüründen gelen birinin bambaşka bakış açıları oluyor. Burada terapistin fonksiyonu çok önemli. Ben hep en iyi psikoterapi ana dilde yapılan diye düşünüyorum ama sonuçta psikoterapist olarak da geniş bir dünya görüşüne sahip olmanız gerekiyor. Önyargıyla yaklaşırsanız karşınızdaki kişiyi anlayıp terapi ilişkisini kuramazsınız.
Belirli bir yaştan sonra göç edenler zaman içinde aidiyet sorunu yaşayabiliyor…
‘Ne buralıyım ne oralı! Artık kendi ülkemde de yaşayamam’ diyen çok fazla kişiyle karşılaşabiliyoruz. Bunu bir eksiklik değil de zenginlik olarak görebilmek önemli. Birkaç eviniz olabilir, birkaç yere ait hissedebilirsiniz. Sonuçta insan tek bir yere ait olmak zorunda değil. Bir de şöyle aileler de var. Anne başka yerden gelmiş, baba başka yerden gelmiş, başka bir ülkede buluşmuşlar. Çocuklar birkaç kültürle birlikte yaşıyor. Evde tek taraflı dini ya da kültürel bir baskı ortamı varsa o zaman daha ciddi sorunlar yaşanabiliyor.
"Beyin aslında daima bir işi öbüründen sonra yapıyor. Siz aynı anda birkaç şeyi yapmaya çalışırsanız ve yeterli konsantrasyon gösteremezsiniz o zaman daha çok hata yaparsınız."
Dikkat eksikliği bozukluğu alanında özel bir uzmanlığınız var. Bu konu yetişkinlerde de büyük bir sorun haline gelmeye başladı. Akıllı telefonlardan sonra başlayan bir durum mu bu?
Şöyle bir fark var: ADHD dediğimiz yani dikkat eksikliği bozukluğunun çocukluktan itibaren olması gerekiyor. ‘Ben hep böyleydim’ diyorsanız o zaman bunu bir tanı boyutunda değerlendirmek gerekir. Sonradan geliştiyse bu farklı bir durum. Özellikle akıllı telefon kullanımından sonra artan bir durum var, evet. Bir parmağınızın hareketiyle değişen çok fazla uyarıcı var etrafta. Aynı zamanda sizden beklenen de iş yerinde ya da farklı alanlarda multitasking olmanız. Ama bizim beynimiz aslında multitasking çalışan bir beyin değil, sonuçta biz aynı anda her şeyi yapamıyoruz. Yaptığımızı sanıyoruz ama yapmıyoruz. Beyin aslında daima bir işi öbüründen sonra yapıyor. Siz aynı anda birkaç şeyi yapmaya çalışırsanız ve yeterli konsantrasyon gösteremezsiniz o zaman daha çok hata yaparsınız. İşiniz daha uzun sürer ya da pek çok şeyi aynı anda yapmak isterseniz bu ertelemeye yöneltebilir sizi. Covid’den sonra daha sık görmeye başladık ama bunun pek çok nedeni olabilir. Uykusuzluk, yeterince dinlenememek gibi…
Akıllı telefonlardan sonra farklı bir eşikteyiz sanki… Beynimiz bununla nasıl baş edecek?
Sonuçta evrim geçiriyoruz. Bizim beynimizle şu anda yeni doğan ve gelişecek olan beyinler arasında farklılıklar olacak. Yeni jenerasyon farklı büyüyor. Mesela farklı dillerle büyüyen bir çocuğun beyin gelişimi de farklı oluyor. Beyin nöronların aktivitesi, birbiriyle bağlantısı da farklı oluşuyor. Sonuçta yeni nesiller buna biraz daha çabuk uyum sağlayabilirler. Dijital beynimiz henüz yok. Belki gelecek nesillerde ortaya çıkabilecek ve daha az sorun yaşanabilecek bir durum.
Sosyal medyayı aktif kullanıyorsunuz.
Ruh sağlığı alanında çalışan birisi olarak sosyal medyayla ilişkimizi nasıl görüyorsunuz?
Instagram'da ve Twitter'da bayağı aktifim. Sosyal medyayı bir araç olarak görüyorum. Bu nedenle eleştiriler de alıyorum. ‘Doktor bu şekilde paylaşım yapar mı?’ vs diyenler olabiliyor. Başta birazcık ‘Yapmasam mı acaba? Doğrusu ne?’ diye düşündüğüm oluyordu ama amacım sosyal medya üzerinden para kazanmak değil, bunu bir hobi olarak görüyorum. Videolar yapmayı seviyorum ve sosyal medyaya eğlence amaçlı yaklaşıyorum. Çok pozitif geri dönüşler de alıyorum. Ne amaçla kullandığınıza bağlı. Siz bütün gün oturup sadece videolara bakıyorsanız kendinizi aşırı uyarana maruz bırakıyorsunuz demek. Bu zamanda sosyal medyayı inkâr etmek imkansız. Aşırıya gitmediğiniz sürece kullanmakta bir sakınca görmüyorum.
Not: Bu içeriğin orijinalini ve derginin tamamını aşağıdaki bağlantıdan PDF olarak görüntüleyebilir veya bilgisayarınıza indirebilirsiniz. https://www.linkingbridge.net/blog